Kılıç Elektrik
Eriş Organizasyon (Sol 3)
Ata Fırın
Yaman Teknik (Sol 6)
Tonguçlar (Sağ 1)
Dinç Mühendislik Masaüstü
Dönmez İnşaat (Sağ 5)

Yaşam

Beyaz ekmek dayanmaz bize, ne yeter ne de doyarız

Birbirine yaslanan derme çatma barakalar, onların yanında sıvası tamamlanmam

3 Aralık 2012 Saat: 23:02
YORUM YAPTavsiye EtYazdır

Bu haber 10.755 kez okunmuştur

Beyaz ekmek dayanmaz bize, ne yeter ne de doyarız
Beyaz ekmek dayanmaz bize, ne yeter ne de doyarız
Kandıra'nın Akçakayran mevkiinde yaşayan Romanların kaldıkları barakaların savrukluğuna, çadırların haline bakıp da bu yerleşim yerinin üç-beş gün önce kurulduğu düşünülmesin… Kandıra'da Romanların yüzlerce yıllık tarihi var…Öyle olsa da hep gitmeye yazgılı Romanlar… Genlerine işleyen göçebe kültürünü bırakmak, yerleşik düzene geçmek, kurulu düzen içinde kendi yağıyla kavrulmak istemiyorlar besbelli…
“NERESİ SILA BİZE NERESİ GURBET” Kalıp kök salanlar yok mu? Var elbette. Var ama onlar da burada olmazsa işimiz başka yerde ararız bahtımıza düşeni, der gibiler… Şair, “neresi sıla bize, neresi gurbet, yollar bize memleket” demiş... Romanları hangi sözler daha güzel anlatabilir? Yollar memleket olunca, yaşanan yerin bir hükmü kalmıyor. Modern hayata adapte olan bizler için inanılmaz karmaşık ve zahmetli görünen yaşam tarzları onların rutini oluveriyor. Akçakayran mevkiinde yaşayan Romanların yanına giderken hafiften tedirginiz. Bugüne kadar Romanlarla birçok röportaj yapmış olsam da, bu bölgede yaşanlar şehir hayatına hiçbir zaman intibak etmemişler. Karşılıklı önyargılar nedeniyle içlerine almayabilirler, güvenmeyebilirler, rahatsız olabilirler. Şanslıyız ki, daha önce Kerpe'de Karagöz restoranda ud'unu dinlediğimiz, sohbet ettiğimiz Yaşar Abimiz mahallenin girişinde birdenbire karşımıza çıkıyor. Yaşar Abi'nin yanında mahallenin ileri gelenlerinden Salih Çiçek var… Bir evin saçağının altında başlıyoruz sohbetimize. Sohbet koyulaştıkça, meraklı mahalleliler de etrafımızı sarmaya başlıyor. Birbirlerine kaş göz işareti yaparak, ne yapmaya çalıştığımızı anlamaya çalışıyorlar. Yaşar Abi, “işte bu mahallede gördüklerini, gazeteye, kitaba yazacakmış. Yaşantımızı yazacak anlayacağınız” diyor.
17 ÇOCUKLU SALİH AMCA Salih Çiçek, bu mahallede yaşayan Romanların hepsinin aynı olmadığını hatırlatarak konuşmasına başlıyor. “Şu aşağıda yaşayanlardan biz ayrıyız, onların huyu başka bizim huyumuz başkadır. Çok iyi anlaştığımız söylenemez.” Sebebini sorunca, “affedersin diyor bir anadan ot da çıkar, bok da. Bir elin beş parmağı bir mi? Değil… Akrabalığımız var ama yine de anlaşamıyoruz işte.” “Kaç yıldır bu mahallede yaşıyorsun?” diye sorduğumda gülüyor, “anamdan doğduğumdan beri burdayım” diyor. “Babalarınız, dedeleriniz nereden gelmiş?” “Onlar hep Urumeli'den gelmişler. O zamandan bu yana burada yaşıyoruz. 17 çocuğum var.” Salih amca 17 çocuğu olduğunu alelade bir şeymiş gibi ses tonunu hiç değiştirmeden söylüyor. Şaşırdığımı ve tekrar sorduğumu görünce, “ilk eşimden 13, ikinci eşimden de 4 çocuğum var. İkisi hariç hepsi evliler. Bekâr olan iki evladım cezaevinde yatıyor” diyor. “Peki kaç torununuz var?” “İşte onu bilemeyeceğim” diyor. “Hiç saymadım ki… Sayamam da zaten. Çocukların isimlerini sor, onları bile zor sayarım. İki saat adamakıllı düşünmem lazım hepsini tamam saymam için. Yaşımız oldu 78…” “DEMİRCİYİZ, PİRİMİZ HAZRETİ DAVUT ALEYHİSSELAMDIR” “Maaşallah çok dinçsiziniz” deyince, eliyle sigara işareti yapıyor. “Allah'a şükür bunu içmiyoruz.” “Peki içki?” “Eh, onu arada sırada.” “Çocuklarınız hepsi bu mahallede mi oturuyorlar?” “Çoğu buralarda” diyor. “Şu gördüğün barakalarda oturuyorlar. Ankara'da oturan çocuğum da var. Dışarıdan evli olan kızlarım var. Adapazarı, İzmit, Ankara çevrem biraz geniştir.” Lafı eski Kandıra'ya getiriyoruz; “eskiden Kandıra'da iki tane sokak vardı. İki tane de kahvesi vardı. Ne yol vardı, ne bir şey. Kandıra köylüktü. Başka da bir şey yoktu. Mustafa Kandıralı'yı da tanırım. Zamanında birlikte düğüne gittik. Eskiden boyacılık yapardı. Ama çalgısını da çok güzel çalardı. Aklın giderdi, dinlemeye doyamazdın.” “Bugüne kadar ne iş yaptınız?” “Demircilik yaptım. Benim babam da, dedem de demirciydi. Demircilik bizim ata mesleğimiz. Pirimiz de Hazreti Davut Aleyhisselamdır. Sonra hayat değişti, demircilikten vazgeçmek zorunda kaldık.” “Demircilik yapan kaldı mı aranızda?” Sohbeti başından beri dikkatle takip eden, palabıyıklı, şapkalı, elinde tespih olan kişiyi işaret ediyor. “Bir tek bu arkadaş kaldı.”
“YEDİ KADIN DEĞİL DÖRT KADIN ALDIM” Daha sonra yanımıza mahallenin en yaşlısı olduğu söylenen Ali Özmetek geliyor. Yaşar Abi, “aman Ali Amca'yı da yaz. Kendisi tam yedi tane karı aldı” diyor. Salih Çiçek, “aldı ama bir şey yapamadı” diye espriyle karşılık verince, Ali Amca, “o işte bir yanlışlık var. Yedi tane değil dört kadınla evlendim” diyor. Sekiz kızı, üç oğlu varmış Ali Amca'nın… O da demircilik yapmış bir ara. “Keşke vaktinde emekli olmak için çaba sarf etseydiniz” dediğimde, “bırak eskiyi, şimdi bile emekli olmak için uğraşan yok ki” diyorlar. “Emekli olmak için sabit bir işin olacak. Bizim öyle değil ki. Yine de eskiye göre daha durumdayız. Eskiden bir fakirlik vardı. Şimdi öyle değil. Aç kalmıyoruz. Çok şükür çayımız var, şekerimiz var. Devlet körlere, topallara, dul kadınlara maaş bağlıyor. Ama beş kuruş, ama on kuruş, Allah razı olsun.” “Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?” “Günlük işlerde çalışıyoruz, yevmiyeciyiz. Yazın fındık topluyoruz. Şimdi bezelye işine gidiyoruz. Bazen hurda topluyoruz. Bohçacılık artık yapılmıyor.” Kandıra Kaymakamlığı'nın Sosyal Hizmet Projesi kapsamında mahallede yol kenarı yaptırdığı içinde çamaşır makinesi, duş ve tuvaletlerin bulunduğu prefabrikleri kullanıp kullanmadıklarını soruyorum. Bizi dinlemekte olan bir kadın, “orayı aşağıdaki mahallede yaşayanlar kullanıyor daha çok” diyor. “Biz pek kullanmıyoruz. Bizim buraya da bir tane yapılsaydı, daha iyi olacaktı.” “BOŞ TORBAYA BEYGİR GELMEZ” Hasanla konuşuyoruz. “Tek başıma barakada yaşıyorum. Baraka kışın soğuk oluyor, yazın güzel oluyor. Kimliğimi 2008 yılında çıkardım. O seneye kadar piyasada yoktum ben devlete göre.” Evlenmiyor musun? soruma, az önce konuştuğumuz kadın “Affedersin kardeşim” diyor “boş torbaya beygir gelmez. Hasan nereden bulsun başlık parasını.” Romanların değişmeden kalan geleneklerinden biri de başlık parası… Başlık parası almadan kız vermiyorlar. Üstelik kız kaçarsa bu para neredeyse iki katına çıkıyor. Hasan da gülerek, “bulun başlık parasını yarın evleneyim” diyor. “Şu anda kaç para başlık parası?” “Valla değişiyor. Yediye alan var, sekize alan var, on'a alan var. Kız kaçarsa on milyardan aşağıya olmaz. Hasan “20 milyarı da duydum” deyince, kadın “onlar Zonguldaklı oğlum” diyor. “Burada o kadar paraya olmaz.” Sonra da yanına gelen kızını gösteriyor gülerek, “bunu da 20 milyara vermeyi düşünüyorum.” Kız utanmakla gülmek arasında gidip geliyor. “BEYAZ EKMEK DAYANMAZ BİZE, NE YETER NE DE DOYARIZ” “Bu da 'aspatarta'” diyorlar, yanımıza gelenlerden biri için… “Kürt Engin bu.” “Kürt dediklerine bakma” diyor. “Burada tek kaldığım için lakabım öyle. Bazen İlyas Salman dedikleri de oluyor. Benim elimden her iş gelir, elektrik, kaynak her işi, doğramacılık yaparım. Sana direkten cereyan bağlayayım. Yalnız okuma yazmam yok işte. İsmimi yazabiliyorum sadece. Okuma yazmam olsaydı, çok iyi olacaktı ama…” Engin Çelikkıran'ın da dedesi, babası hep demircilik yapmış zamanında. “Beş tane çocuğum var. Üçü okula gidiyor. İkisi daha küçük. Kayınpeder vefat etti. Hanım iki çocukla oraya gitti. Nerde iş varsa, ben ordayım. Taşköprüye, İzmit'e, Gebze'ye gidiyorum. Üç dört gün gelmediğim oluyor.” “Çocuklarınızı okutacak mısınız?” “Durumumuz elverdiği sürece okuturum. Ama kötüye giderse mecbur kalıyoruz okuldan almaya…”
Birlikte Engin Çelikkıran'ın barakasına gidiyoruz. Tahtadan yapılan barakanın etrafı brandalarla kaplanmış. Barakanın kapısı kömürlerin ve birkaç kap kacağın bulunduğu ara bir bölüme açılıyor. Ardından da tek odalık eve giriliyor. Odanın ortasında küçük bir soba gürül gürül yanıyor. İki çocuk, köşeye konan televizyondan heyecan içinde çizgi film izliyor. Odada yüksek bir yatak, kenarda da yorgan ve battaniyelerden oluşan 'yüklük' var. Çocukların çantaları barakanın duvarına asılmış. “Bu televizyonu Alamancı bir arkadaştan aldım” diyor. “Bir gün çalıştım bu televizyonu almak için. Çocuklar televizyon, televizyon diye başımın etini yiyorlardı. Sobayı 50 liraya aldım.” Çocukların yediği ekmeği gösteriyor; “beyaz ekmek dayanmaz bize. Ne yeter ne de doyarız. Onun için kendi ekmeğimizi kendimiz yapıyoruz. Şurada küçük bir fırınımız var. Dışarıda da un çuvalımız.” Üç ayda bir belediyeden yiyecek yardımı alıyorlarmış. Cebinden çıkardığı kartını gösteriyor. “Bu kart, buradaki iki markette geçiyor. Onunla alıyoruz yiyecekleri. Yiyecekten başka bir şey de olmuyor. Sabun istesen vermiyorlar.” Hani Romanlar için gündelik yaşıyorlar, yarınlarını düşünmüyorlar deriz ya, işte manzara bu… Çoğu okuma yazma bilmiyor, okullaşma oranı düşük, sabit işleri, sabit gelirleri yok. Zor koşullarda hayat mücadelesi veriyor, yine de neşelerini kaybetmiyor, buna da şükür diyorlar. Manzara buyken, Romanların yarınlarını düşünmelerinin mümkünü var mı sizce?
       

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Kandıranın Sesi, Haberin Doğru Adresi Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız
Yukarı ↑